Prof. Tanrıöver: İş daha çok ‘Benim anketim seninkini döver’e dönüşüyor

Prof. Tanrıöver: İş daha çok ‘Benim anketim seninkini döver’e dönüşüyor


Canberk Beygova
Canberk Beygova
Prof. Tanrıöver: İş daha çok ‘Benim anketim...

Türkiye’de her dakika bir şey değişiyor ama sanki uzun vadede aslında hiçbir şey değişmiyor. Son on yılın hemen hemen her bir yılında seçimler oldu, olmadığı yıllarda da hep seçim konuşuldu. Seçim olunca da anketler. Neredeyse her gazete seçimler yaklaştıkça kendi meşrebince anketler yayınlıyor. Partilerin sıralamaları değişmezken, oy oranları arasında muazzam farklar olabiliyor.

Kamuoyu araştırmaları Erdoğan ve Kılıçdaroğlu’nun çıkışlarıyla tekrar gündemde. Ortalık bu kadar karışık olunca, kamuoyu araştırmalarıyla ilgili yapılan tartışmalar daha çok hangi araştırmacının hangi partiye yakın olduğu üzerine oluyor ve seçim sonuçlarına en yakın çalışmayı gerçekleştiren “Bay tahmin” muamelesi görüyor. Ancak mevzu bu kadar basit değil, kamuoyunun ve araştırmanın ne olduğuna dair tartışma oldukça renkli. Oysa çoğunluk işin magazin tarafına takılırken kamuoyu araştırmasının üzerine düşünenler nadir.

2015’te de yine böyle bir kavga gürültünün ortasında Prof. Dr. Hülya Uğur Tanrıöver’le konuşmuştuk. 6 Mayıs 2015’te Zete’de yayınlanan söyleşiyi aradan 7 yıl geçmesine rağmen hala güncel olduğunu düşünerek tekrar yayınlamak istedim. Şöyle sunmuşum o zaman:

Galatasaray Üniversitesi’nden Doç. Dr. Hülya Uğur Tanrıöver’in derleyip 1995’te yayınladığı “Kamuoyu, Kimin Oyu?” başlıklı kitap, hala önemli bir kaynak. Nicelik mi nitelik mi klasik tartışmasından tutun, kamuoyu araştırmalarıyla seçimler ve demokrasiyi karşılaştırmaya kadar, beş Fransız akademisyenin konuyla ilgili önemli makaleleri yer alıyor. Tanrıöver’in ‘sektör’den isimleri kızdıran makalesiyle açılan kitap, Bourdieu’yle kapanıyor: “Kamuoyu yoktur.”  İyi kitabın ömrü uzun oluyor, yayınlanmasından 20 yıl sonra Tanrıöver’le kamuoyu araştırmalarını konuştuk.

1995’teki yazınızda, düşünsel boyutta ‘kamuoyu’ ve ‘araştırma’ kavramlarının tartışılmadığından yakınıyorsunuz. O günden bugüne bir değişme var mı?

Akademik çevrelerde zaten o zaman da tartışılıyordu bu konular, şimdi bilimsel birikimin de eklemlenmesiyle daha da tartışılıyor. Ama diğer alanlarda, özellikle de medya, siyaset ve profesyonel araştırma alanlarında bir değişme olduğunu sanmıyorum.

Türkiye’de akademi kamuoyu araştırmalarına nasıl bakıyor?

Her bilim alanında mevcut olan kuramsal ve yöntemsel ayrımlar yansıyor bu alana da. Birebir klasik “etki” kuramlarına yakın duranlar ile eleştirel ekol mesafeli. Ama yurttaşın-okurun-izleyicinin bilgilenme hakkı ve alımlama farklarına odaklanan kuramlara yakın duranlar ise, yine belli yönlerini eleştirseler de daha ılımlı bakıyorlar diye düşünüyorum, çok da iddialı olmadan.

Kamuoyu araştırmalarının önem kazanmaya başlaması olarak 70’ler, 80’leri gösteriyorsunuz. Çalışmalar Batı’da da parıltısını yitirdi mi, yoksa biz mi takip etmiyoruz?

Biz takip etmiyoruz ama bunda tabii Batılı ülkelerde yaşanan belli değişimlerin de etkisi var. Dolayısıyla bu sorunun yanıtı aslında hem evet, hem hayır. Şöyle ki, “metodolojik” olarak, en azından niceliksel anket yönteminin en doğru biçimde uygulandığı durumlarda ki bunun özellikle seçim anketlerinin denetimi için de Batılı ülkelerde resmi kurumların olduğunu biliyoruz, özellikle de Fransa örneğini verebilirim, bu araştırmalarının “kötü emellere alet edilmediği” artık biliniyor; sapmaların olabileceği de biliniyor. Dolayısıyla yöntemin kendisine dair tartışma azaldı. Buna karşılık tam da yukarıda değindiğimiz “kamuoyu”nun kendisi ve oluşumunun süreçleri ve bu süreçlerde araştırma sonuçları da dâhil medya içeriklerinin yerine dair çalışmalar yapılıyor. Görece yeni bir çalışma olarak Nicolas Hubé’nin, 2008’deki kitabı “Faut-il croire les sondages”ını (Anketlere inanmalı mıyız?) önerebilirim.

Araştırmaya ilişkin etik kurallardan bahsediyor ve 60 gün öncesinden seçim anketi yayınlayamama kararını da kısıtlamalara örnek veriyorsunuz. Aradan geçen 20 yıldan beri bu etik kuralları ve yasal düzenlemeleri nasıl buluyorsunuz, bir ilerleme var mı?

Uzunca bir süredir bu alanda özgün araştırma yapmadım, haliyle bazı konularda bilgi eksiğim olabilir. Ancak etik kurallarda değişen bir şey yok, olması da zor; zira uzun süredir belirlenmiş bu kurallar. Yasal düzenlemeler ise her seçimde YSK kararları doğrultusunda oluşuyor, bu seçimde nasıl uygulanacağı da 3 Mart’ta Resmi Gazete’de yayınlandı.

Burada bir ekleme yapmak lazım, sanıyorum 1999 seçimlerindeydi, YSK işi iyice abartıp neredeyse 3-4 ay öncesinden yasakladı seçim araştırmalarının yayınlanmasını. Ama inanın “Hırsıza kilit olmaz” derler ya, her yasak da kendi “delinme” biçimlerini getiriyor, gayet yaratıcı çareler ürettiler. Köşe yazarları yazılarının içinde değindiler mesela sonuçlara ya da belli partiler reklam fotoğraflarında kullandılar, çeşitli yazı-çizi evrak arasında bir tabloya da yer verdiler.

Kısıtlamalar işe yarıyor mu?

Pek çok ülkede belli kısıtlamalar uygulanıyor ancak bunlar 60 gün gibi abartılı zaman dilimlerini değil, kimi zaman 24 saat ya da 1 hafta gibi süreleri kapsıyorlar. Kaldı ki, kitabımızda yer alan Champagne’ın makalesinde de belirttiği üzere, tabii gözlemleri Fransa için geçerli olmak kaydıyla, aslında kamuoyu seçimlerden 3-5 gün önce değil çok daha önce oluşuyor. “Yasak olsun” anlamında değil, ama seçimden çok daha önce, 1 yıl, 6 ay önce asıl fikir ve tercihlerin ya da olası “yararlı oy” kullanma eğilimlerinin oluşum sürecinde daha etkili araştırmaların yayınlanması gerekiyor.

Yararlı oy derken?

Yararlı oy, yani işlevsel oy verme davranışı dediğimiz şeyi bir örnekle anlatmak daha kolay. Aslında feminizmi görünür kılmak için bağımsız feminist adaya oy vermek isteyen birinin, gelecek seçimlerde birincil tercihi iktidar partisinin oy kaybetmesi olduğundan, bölgesinde bu partiye karşı seçilme şansı yüksek ve kendisine görece yakın bir başka adaya, CHP veya HDP’ye oy vermesi gibi bir durum. Bunun tersine örnekler de var, Fransa’nın 2002’deki başkanlık seçimlerinde, ikinci tura sosyalist aday yerine aşırı milliyetçi, ırkçı aday Jean-Marie Le Pen’in kalması büyük bir şok olmuştu. İnsanlar “Sosyalist aday nasılsa ikinci sırada çıkar” düşüncesiyle oy kullanmadılar, ya da daha az oy alabilen diğer sol adaylara yöneldiler. Bu insanlar ikinci turda ağlaya ağlaya Chirac’a oy verdiler, sırf Le Pen gelmesin diye.

Kamuoyu anketlerinin, kamuoyunun, kamusal alanda sözünü dinletmesi için bir araç olduğundan bahsediyorsunuz. Türkiye’de bu ne kadar gerçekleşiyor?

Hiç ya da hiçe yakın; zira Türkiye’de kamuoyu oluşum süreçleri çok başka güçler ve olgular tarafından belirleniyor, bizim gibi bu konulara gerçekten kafa yoran az sayıda kişi dışında pek kimseler dikkate almıyorlar kamuoyu araştırmalarını. İş daha çok “Benim anketim seninkini döver”e dönüşüyor, tabii gerçekten etik çalışan kurum ve kuruluşları bunun dışında tutmak kaydıyla. Bir de şu var tabii, Batılı ülkelerde “bilimsellik”in insanlar nezdinde bir saygınlığı var, bu araştırmalar da bilime dayandıkları için genelde güven telkin ediyorlar. Ama Türkiye’de bilime inanma diye bir meselesi yok ki insanların çoğunun. Dolayısıyla kamusal alanda sözümü “bilimsel” olarak duyurayım diye bir mesele hiç yok. Öyle ya “Biz bilmeyiz büyüklerimiz bilir” çok daha kolay geliyor bu kültürde yetişmiş insanların çoğuna.

Aynı konuda yapılan farklı araştırmaların sonucunu neye bağlayabiliriz?

Valla bunun yanıtları gerçekten cilt cilt kitaplar gerektirir. Ama en kaba ve basit haliyle söyleyecek olursak, örneklemin belirlenmesinden, soruların ifade biçimleri ve sıralamasına, anketin uygulanma biçiminden, yani yüz yüze mi, internet anketi mi, telefonla mı gibi, anketçi faktörüne kadar pek çok nedeni var bu farkların. Ayrıca zamanlama tabii çok önemli olabiliyor bu konuda, örneğin tam sahaya çıktığınız gün siyasal gündemde olan önemli bir gelişme insanları A partisinden B partisine kayma olasılığı yaratabilir.

Araştırma şirketlerinin yöneticilerinin ve araştırmacılarının çok farklı disiplinlerden geldiğini görüyoruz, ziraat mühendisi bile var. Burada bir gariplik yok mu?

Hem evet hem hayır. Türkiye’de araştırma şirketlerine “personel” alırken belki de ilk kez “iktisat, işletme ve istatistik bölümü mezunları” dışındaki alanları ilan metnine ben koydurtmuştum 1986-87 yılında; siyaset bilimi, sosyoloji, sosyal psikoloji gibi alanları da dâhil ederek. Tanımı gereği siyasal eğilim anketleri teknik boyutlarıyla belli alanları, içerik boyutlarıyla da başka alanları ilgilendirirler çünkü.

Ziraat mühendisleri konusunda ise, bu alanda gerekli olduğuna inandığım “disiplinlerarasılık” bu tür çok uzak alanları kapsamıyor elbette! Bununla beraber insanların yaşam süreçlerinde alan değiştirmesine anlayışla yaklaşıyorum, nasıl ki bir tıp doktoru, sonradan sinemayla ilgilenip yönetmen olabiliyorsa, bir kimya mühendisi de sonradan siyaset bilimine ilgi duyup, kamuoyu araştırmaları alanında çalışabilir. Tabii bir koşulla, “yeni” mesleğine layık olduğu özeni gösterip o alandaki bilgi birikimini sağlayabilirse.

Araştırmanın konusunu/sorunsalını saptama bir bakıma siyasi bir iş midir?

Dar anlamıyla siyasi dememek daha doğru olur, ancak geniş anlamıyla siyasi, daha doğrusu siyaset bilimi alanına dair bir iştir elbette.

Seçim zamanı dışında yapılan “Türk halkının başkanlık sistemine bakışı nasıl?”, “AKP’yi Erdoğan mı Davutoğlu mu yönetiyor?” gibi siyasal anketler, eğer sipariş üstüne müşteriye yapılmıyorsa, araştırmacının niyetini ifade eder mi?

İlki doğru bir soru, ikincisi ise bilimsel anlamda bizim “yanlış soru” dediklerimizden, çünkü bilimsel araştırmanın çıkış sorusu “evet-hayır”la yanıtlanacak bir soru olmamalı; hele de bu ikinci örnek bire bir niyet ifade ediyor, anketin uygulandığı insanların belki gündeminde bile olmayan bir mesele konusunda karar vermelerini dayatıyor.

Anket düzenleyenlerin çoğunun milletvekili adaylığı veya siyasi ilişkileri var. Acaba burada seçim anketi düzenlemek, siyasi güce dönüşüyor mu diye de merak ediliyor.

Genel olarak sorunun yanıtını iki biçimli vermemiz mümkün. İlki iyimser veya bilimsel yorum, bir ülkede sosyal bilimler alanında çalışan bir araştırmacı ya da bilimsel araştırmalara inanan herhangi bir kişi her zaman gündeme dair konularda bir araştırma yapabilir, yaptırabilir, yani gayet iyi niyetli olabilir bu tür bir araştırma. Gerçi salt iyi niyet yetmez zira araştırma çok maliyetli bir şeydir, o mali güce sahip olmak da gerekir. İkinci yanıt ise bunun tersi, altını çizdiğiniz üzere, bir yerlere-birilerine yaranma amaçlı da kullanılabilir bu tür araştırmalar.

Hepsi seçim sonucunu en iyi kendisinin bildiğini iddia ediyor, bir de bu var.

Farklar çok fazla değilse anlaşılabilir bir şey bu, bardağın yarısı dolu yarısı boş misali. Ama sizin %60 oy alacağını öngördüğünüz bir parti de %48 almışsa “Ben sonucu çok iyi bildim” demek olsa olsa hüsnü kuruntu olur!

Araştırmacıları etik kurallara uyup uymadıklarını denetlemek konusunda üzerinde uzlaşılan bir kurum var mı?

Türkiye’de bu alanda tek yetkin kurum Türkiye Araştırmacılar Derneği’dir; o da ESOMAR’ın (European Society for Opinion and Marketing Research) geliştirdiği kuralları uyguluyor. Yaptırımlarından emin değilim, ama en azından dernekten ihraç söz konusu olmalı.

Bu İçeriği Paylaş
Yorumları Göster (0)

Yorumlar

Benzer Yazılar

Sahte Tarihimizle Yüzleşmek
Siyaset

Sahte Tarihimizle Yüzleşmek

Bir ara sürekli seçim yapıyorduk; referandumlar, genel seçimler ve sonuçlar beğenilmeyince yeniden yapılan genel seçimler, ardından yerel seçimler ve sonuçlar beğenilmeyince...

tarihinde Canberk Beygova tarafından yayınlandı.